Evrenimizi, içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi'ni, Güneş sistemimizi ve üzerinde yaşadığımız Dünya gezegenini kuşatan sayısız kanun, denge ve ölçü vardır. Bunların her biri, insan yaşamına olanak sağlayacak bir biçimde, özel olarak hesaplanmış ve düzenlenmiştir. Gerçekte, evrende insanoğlunun var olması ve yaşamını sürdürmesi için gereken şartların her biri, "tek tek" birer mucize niteliğindedir. Gereken milyonlarca şartın bir araya gelmesi ise uçsuz bucaksız bir "mucizeler zinciri" oluşturur. Bir şeyin mucize olması ise, elbette onun Allah Katından geldiğinin bir delilidir. Her karesi ayrı bir mucize olan evren de, çok açıktır ki onu eşsiz bir ilim, kudret ve sanatla var eden Yüce Allah'ın eseridir.

Arıların Mucizevi Dansı

Örümcekteki Müthiş Zeka

28 Nisan 2010 Çarşamba

EVRENİN YARATILIŞINDAKİ MUCİZELER


Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış,
ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.
(Furkan suresi, 2 )

PATLAMAYLA GELEN OLAĞANÜSTÜ DÜZEN

İçinde yaşadığımız evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktada meydana gelen büyük bir patlama ile ortaya çıktığı ve genişleyerek şimdiki şeklini aldığı, bugün bütün bilim dünyasının onayladığı bir gerçektir. Uzay boşluğu, galaksiler, gezegenler, Güneş, Dünya, kısaca evreni oluşturan tüm gök cisimleri, "Büyük Patlama" ya da diğer adıyla "Big Bang" adı verilen bu patlama sonucunda meydana gelmiştir.


Patlamalar her zaman maddeyi dağıtır ve düzensizleştirir. 
Burada çok büyük bir sır vardır: Big Bang bir patlama olduğuna göre, beklenmesi gereken, bu patlamanın ardından maddenin atomlar ya da atom altı parçacıklar halinde uzay boşluğunda "rastgele" dağılması olacaktır. Fakat öyle olmamış, tam aksine, son derece sistemli ve düzenli bir evren ortaya çıkmıştır. Bu rastgele dağılan maddenin evrenin belirli noktalarında birikip galaksileri, yıldızları ve yıldız sistemlerini oluşturması bilim adamlarının benzetmesiyle, "bir buğday ambarına atılan el bombasının, buğdayları toplayıp, düzenli balyalara sarıp üst üste istiflemesi" kadar hatta bundan çok daha "olağanüstü" bir durumdur.
Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Prof. Fred Hoyle, bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade eder:
Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir.  Fred Hoyle, The Intelligent Universe, London, 1984, s. 184-185
Elbette ki evrenin tüm maddesini içeren böyle muazzam bir patlamadan sonra bu derece hassas dengeler üzerine kurulu bir sistemin ve düzenin oluşması ancak "mucize" tanımıyla açıklanabilir. Astrofizikçi Alan Sandage da bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
Böyle bir düzenin kaostan gelmiş olduğunu oldukça imkansız buluyorum. Tanrı'nın varlığı benim için bir sırdır, fakat varlık mucizesinin de tek açıklamasıdır.  Willford, J.N. March 12, 1991. Sizing up the Cosmos: An Atronomers Quest. New York Times, s. B9
Bilim adamlarının da ifade ettiği gibi, bir patlama ile birlikte atomların en uygun şekillerde biraraya gelmeleri, sonsuz düzenlilikteki evreni, evrenin içindeki milyarlarca yıldız barındıran milyarlarca galaksiyi, trilyonlarca gök cisimleri arasındaki hiçbir aksaklık barındırmayan dengeyi oluşturması büyük bir mucizedir. Bu mucizeyi gerçekleştiren ve bizlere gösteren sonsuz kudret sahibi Allah'tır:
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)

EVRENİN GENİŞLEME HIZINDAKİ MUCİZE ÖLÇÜ

Evrenin genişleme hızı evrenin şu anki yapısının oluşabilmesi açısından son derece kritik bir değere sahiptir. Eğer genişleme hızı çok az daha yavaş olsaydı, bütün evren, daha güneş sistemleri tam anlamıyla düzenlenemeden tekrar içine çökmüş olacaktı. Eğer evren biraz daha hızlı genişliyor olsaydı, madde ne galaksileri ne de yıldızları bir daha asla oluşturamayacak biçimde boşlukta dağılıp gidecekti. Her iki durum da canlılığın ve bizlerin var olamaması anlamına geliyordu.
Ancak bu ikisi de olmamış, evrenin genişleme hızının sahip olduğu son derece hassas değer sayesinde şimdiki evren ortaya çıkmıştır. Peki bu denge ne kadar hassastır?
Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun hesaplar yapmış ve şaşırtıcı bir sonuca ulaşmıştır: Davies'e göre, Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (1/1018) bile farklı olsaydı, evren ortaya çıkamazdı. Milyar kere milyarda bir ifadesini rakamsal olarak şöyle yazabiliriz: "0,000000000000000001". Yani bu derece astronomik küçüklükte bir farklılık dahi evrenin var olamaması demekti. Davies bu sonucu şöyle yorumlar:
Hesaplamalar evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar "iyi hesaplanmış" olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer patlama hızının belirli hale geldiği zamanda, bu hız gerçek hızından sadece 1/1018 kadar bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti.
Dolayısıyla evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.  Paul Davies, Superforce: The Search for a Grand Unified Theory of Nature, 1984, s. 184

Evrenin genişleme hızı son derece hassas bir değere sahiptir. Bu denge milyar kere milyarda bir oranda farklı olsa şu an içinde yaşadığımız evren oluşamazdı. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır. 
Evrenin başlangıcındaki bu muhteşem denge, ünlü Science dergisindeki bir makalede ise şöyle ifade edilir:
Eğer evrenin yoğunluğu bir parça daha fazla olsaydı, o zaman Einstein'ın genel görecelik kuramına göre evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti.
Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki biz de olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, "yüzde birin bir kuvadrilyonu"ndan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.  Bilim ve Teknik, say. 201, s. 16 (Science dergisinden tercüme).
Stephen Hawking de, her ne kadar evrenin kökenini rastlantılarla açıklamaya çalışsa da, 'Zamanın Kısa Tarihi' isimli kitabında evrenin genişleme hızındaki bu olağanüstü dengeyi şöyle kabul eder:
Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.   Stephen Hawking, A Brief History Of Time, Bantam Press, London: 1988, s. 121-125

Evrenin yoğunluğu ve genişleme hızı arasında son derece kritik bir denge vardır.
Big Bang için, "şişen evren modeli" (inflationary universe model) nin teorisyeni olan Alan Guth ise geçtiğimiz yıllarda evrenin genişlemesindeki ince ayarla ilgili çok daha akıl almaz bir sonuç hesaplamakta ve evrenin genişleme hızının 1055 te 1'lik bir hassasiyette ayarlanmış olduğunu belirtmektedir. Guth A. H. "Inflationary Universe: a possible solution to the horizon and flatness problems", in Physical Review D, 23. (1981), s. 348
Peki bu denli olağanüstü bir denge neyi göstermektedir? Elbette böyle hassas bir ayarlama tesadüfle açıklanamaz ve bilinçli bir tasarımı ispat eder. Paul Davies, gerçekte materyalist yaklaşımı benimseyen bir fizikçi olmasına karşın, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:
Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur... Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir.    Paul Davies. God and the New Physics. New York: Simon & Schuster, 1983, s. 189
Görüldüğü gibi, bilimin ortaya koyduğu kesin sonuçlar Paul Davies'i her ne kadar kendisi materyalist de olsa, evrenin bilinçli bir şekilde tasarlanmış olduğu, diğer bir deyimle yaratılmış olduğu gerçeğini ister istemez kabul etmeye yöneltmiştir.

GÖK CİSİMLERİNİN ARALARINDAKİ MESAFELER

Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta küçüklükte bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir.
Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.
Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazıdır. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir. Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli olağanüstü mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.

Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğunu ve Güneş ile Dünya arasının 280 metre olduğunu farzedersek, Alpha Centauri yıldızını Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!.. Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.
Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki bu devasa boşluklar Dünya'da canlı hayatının var olabilmesi için zorunludur. Gök cisimleri arasındaki mesafeler Dünya'daki yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir. Bu mesafeler gezegenlerin yörüngelerini hatta varlıklarını doğrudan etkiler. Bu mesafeler biraz daha az olsaydı, yıldızlar arası kütle çekim güçleri gezegenlerin yörüngelerini kararsız hale getirecekti. Bu kararsızlık ise gezegenlerde çok uç sıcaklık değişimlerine yol açacaktı. Eğer uzaklıklar biraz daha fazla olsaydı, süpernovalarla uzaya fırlatılan ağır elementlerin dağılımı çok seyrek olacak ve Dünya gibi dağlık gezegenler oluşamayacaktı. Yıldızlar arasındaki şu an var olan boşluklar bizimki gibi bir gezegen sisteminin var olabilmesi için en ideal mesafeye sahiptir.
Ünlü biyokimya profesörü Michael Denton da, "Nature's Destiny" (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar:
Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.    Michael Denton, Nature's Destiny, s. 11

Michael Denton
Prof. George Greenstein da bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.   George Greenstein, The Symbiotic Universe. New York: William Morrow, 1988, s. 21

Greenstein bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur. Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken ölçülerdedir. Dev boşluklar, rastgele ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.

Dünyamız uzayın dev boşluğunda kumsaldaki bir kum tanesi kadar bile yer tutmaz. Evren, insanın kavramakta zorlanacağı kadar büyüktür.Uzaydaki gök cisimleri birbirlerine en ideal uzaklıklarda yaratılmıştır. Galaksimizdeki gök cisimlerinin birbirlerine olan ortalama uzaklıklarındaki çok az bir artma ya da azalma dahi canlı yaşamına uygun bir gezegenin var olmaması anlamına gelecekti. 
Sonsuz hikmet sahibi olan Allah, Kuran'da, göklerin ve yerin bir amaçla yaratıldığını pek çok ayetiyle haber vermiştir:
Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)
Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye yaratmadık. Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler. (Duhan Suresi, 38-39)
KARBON ELEMENTİNİN MUCİZEVİ OLUŞUMU
Canlılığın temeli olan "karbon" elementi ancak devasa yıldızların merkezinde çok özel ve mucizevi reaksiyonlar sonucunda üretilir. Bu mucizevi reaksiyonlar gerçekleşmese, bugün evrende karbon diye bir element, diğer anlamıyla da canlılık diye bir kavram olmayacaktı. "Mucizevi" diyoruz, çünkü bu reaksiyonlar normalde ihtimal dışı olan şartların aynı anda biraraya gelmesi ile gerçekleşir.
Şimdi bu olayı inceleyelim...
Karbon atomu dev yıldızların çekirdeklerinde iki aşamalı bir işlem sonucunda meydana gelir. Önce iki helyum atomu birbiriyle birleşir ve böylece ortaya dört protona ve dört nötrona sahip bir "ara element" çıkar. Bu ara elemente "berilyum" denir. Üçüncü bir helyum da berilyuma eklendiğinde, ortaya altı protonlu ve altı nötronlu karbon atomu çıkmış olur.
Birinci aşamada ortaya çıkan berilyum, berilyumun Dünya'da bulunan normal yapısından farklıdır. Periyodik tabloda yer alan normal berilyum, fazladan bir nötrona sahiptir. Kırmızı devlerin içinde oluşan berilyum ise farklı bir versiyondur. Buna kimya dilinde "izotop" denir. Konuyu inceleyen fizikçileri uzun yıllar boyunca şaşkınlığa düşüren nokta ise, kırmızı devlerin içinde oluşan bu berilyum izotopunun anormal derecede kararsız olmasıdır. O kadar kararsızdır ki, oluştuktan tam 0.000000000000001 (10-15) saniye gibi çok kısa bir süre sonra parçalanmaktadır!
Peki ama nasıl olur da, oluştuğu anda yok olan bu berilyum izotopu, karbona dönüşür? Berilyum izotopunu karbona çevirecek olan helyum atomu, tesadüfen mi gelip birleşmektedir? Elbette böyle bir şey imkansızdır. Bu, tesadüfen üst üste geldiklerinde 0.000000000000001 saniye içinde birbirini fırlatan iki tuğlanın üzerine bunlar dağılmadan bir üçüncü tuğlanın daha eklenmesi ve bu şekilde ortaya bir inşaat çıkması gibi, hatta bundan çok daha imkansız bir olaydır.
Paul Davies de bu mucizevi olayı şöyle anlatmaktadır:
Yeryüzündeki canlılık için son derece hayati önemi olan karbon elementi, evrende yüklü miktarlarda yalnızca "şanslı bir rastlantı" sayesinde bulunmaktadır. Karbon çekirdeği, büyük yıldızların merkezlerinde üç helyum çekirdeğinin arka arkaya oldukça hassas bir süreç içinde birbiriyle karşı karşıya gelmesi sonucunda oluşur. Üç çekirdeğin rastlaşmasının nadir bir durum olması nedeniyle bu reaksiyon verimli bir hızda ancak "rezonans" adı verilen çok iyi belirlenmiş enerji seviyelerinde gerçekleşebilir. Bu seviyelerde reaksiyon kuantum etkileriyle büyük ölçüde hızlanır. "İyi şans eseri" bu rezonanslardan biri, helyum çekirdeğinin büyük yıldızlarda sahip olduğuyla aynı tür enerjiye neredeyse tam denk gelecek biçimde ayarlanmıştır.
Paul Davies, "The Unreasonable Effectiveness of Science", Evidence of Purpose, edited by John Marks Templeton, 1994, The Cotinuum Publishing Company, New York, s.49
İşte, tesadüflerle oluşması imkansız kavramının dahi ötesinde olan böyle bir olayı, Paul Davies materyalizme körü körüne inanması nedeniyle "iyi şans", "şanslı bir rastlantı" gibi anlamsız ve mantıksız ifadelerle tarif etmektedir. Olayın açıkça bir mucize olduğunu kendi de bizzat gördüğü ve bu konuyu hayret verici bir olay şeklinde aktardığı halde Davies, sırf yaratılışı reddetme uğruna "iyi şanslar", "rastlantılar" gibi bilim ve akıl dışı açıklamaları benimsemiştir.
Kırmızı devlerde kimyasal tabiriyle "çifte rezonans" adı verilen bir mucize gerçekleşir. İki helyumun rezonans yaparak birleştiği anda, ortaya çıkan berilyum, 0.000000000000001 saniye içinde bir üçüncü helyumla ayrı bir rezonans yapıp birleşir ve karbonu oluşturur. Bu, normal şartlarda oluşması son derece imkansız bir olaydır.
George Greenstein, bu "çifte rezonans"ın neden çok olağanüstü bir mekanizma olduğunu şöyle anlatır:
Bu hikayede birbirinden çok farklı üç yapı (helyum, berilyum ve karbon) ile birbirinden çok farklı iki rezonans vardır. Bu atom çekirdeklerinin neden bu denli uyum içinde çalıştıklarını anlamak çok zordur... Başka nükleer reaksiyonlar buradaki gibi olağanüstü derecede şanslı bir tesadüfler zinciriyle işlemezler... Bu, bir bisiklet, bir araba ve bir kamyon arasında çok derin ve kompleks rezonanslar keşfetmek gibi bir şeydir. Neden bu denli ilgisiz yapılar birbirleriyle uyum sağlasınlar? Bizim ve evrendeki tüm hayat formlarının varlığı, bu olağanüstü işlem sayesinde mümkün olmuştur. George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 43-44
Görüldüğü gibi, bu olağanüstü yaratılış mucizesi karşısında, bir başka materyalist bilim adamı olan Greenstein da "olağanüstü derecede şanslı bir tesadüfler zinciri" gibi bilimsellikten son derece uzak bir açıklama getirmektedir. Dev yıldızların çekirdeklerinde karbon atomunun oluşmasını, "bir bisiklet, bir araba ve bir kamyon arasında çok derin ve kompleks rezonanslar" olması gibi, kendiliğinden, şans eseri gerçekleşmesi olanaksız bir olaya benzeten Greenstein, taşıdığı materyalist dogma nedeniyle bu durumun açık bir "yaratılış mucizesi" olduğunu ifade edememektedir.
İlerleyen yıllarda oksijen gibi diğer bazı elementlerin de bu gibi olağanüstü rezonanslarla oluştuğu ortaya çıkmıştır. Bu "olağanüstü işlem"leri ilk kez keşfeden Fred Hoyle ise, "Galaxies, Nuclei and Quasars" (Galaksiler, Çekirdekler ve Kuasarlar) adlı kitabında bunun birer tesadüf olamayacak kadar planlı bir işlem olduğu sonucuna varmış ve koyu bir materyalist olmasına rağmen, keşfettiği çifte rezonansın "ayarlanmış bir iş" olduğunu kabul etmiştir. 
Yeryüzüdeki tüm canlı varlıkların temel yapı taşı karbon elementidir. Canlıların bedenlerini oluşturan organik moleküller, yani proteinler, yağlar, karbonhidratlar hep karbon atomlarının farklı bileşiklerinden meydana gelmiştir. İşin ilginç yanı, şu an bu yazıyı okurken vücudunuzda bulunan karbon atomları gerçekte milyarlarca yıl önce uzayın derinliklerindeki bir süpernova patlamasından arta kalan ve sonra Dünyamıza ulaşmış karbon atomlarıdır.
Bir başka makalesinde ise şöyle yazmıştır:

Eğer yıldız nükleosentezi (atom çekirdeği birleşimi) yoluyla karbon ya da oksijen üretmek isterseniz, ayarlamanız gereken iki ayrı düzey vardır. Ve yapmanız gereken ayar, tam da şu anda yıldızlarda var olan ayardır... Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya koymaktadır ki, üstün bir Akıl, fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiştir ve doğada varlığından söz etmeye değer bilinçsiz güçler yoktur. Gerçeklerin hesaplanmasıyla ortaya çıkan sayılar o kadar akıl almazdır ki, beni bu sonucu tartışmasız biçimde kabul etmeye götürmektedir.
Hoyle bu mucizevi olaydan öyle etkilenmiştir ki, diğer bilim adamlarının da bu açık gerçeği görmezden gelemeyeceklerini şöyle vurgulamıştır:
Kanıtları inceleyen herhangi bir bilim adamı kendisini şu sonuca varmaktan alıkoyamaz: Yıldızların içinde meydana getirdikleri sonuçlar göz önüne alındığında nükleer fiziğin kanunları kasıtlı olarak tasarlanmışlardır. Fred Hoyle, Religion and the Scientists, London: SCM, 1959; M. A. Corey, The Natural History of Creation, Maryland: University Press of America, 1995, s. 341

YERÇEKİMİ KUVVETİNDEKİ HASSAS ÖLÇÜ
Evrendeki fizik kanunları dört temel kuvvet üzerinde işler. Bunlar, "yerçekimi kuvveti", "elektromanyetik kuvvet", "güçlü nükleer kuvvet" ve "zayıf nükleer kuvvet" lerdir. Bu kuvvetlerin değerleri ise evrenin şimdiki biçimiyle var olabilmesi ve yaşama imkan sağlayabilmesi için mükemmel bir hassasiyette ayarlanmışlardır.
Evrendeki düzene etki eden kuvvetlerin en önemlilerinden biri "kütle çekimi" veya diğer adıyla "yerçekimi" (gravitasyon) kuvvetidir. Newton, bu gücün yalnızca elmaları ağaçtan düşürmeye değil, aynı zamanda gezegenleri de yörüngelerinde tutmaya yarayan esrarlı bir güç olduğunu söylemişti. Einstein ise olaya daha derin bir boyut getirerek yerçekiminin dev yıldızları nasıl içlerine çökertip kara deliklere dönüştürdüğünden bahsetmişti. Gerçekten de yerçekimi kuvveti evrenin en kritik kuvvetlerinden biridir. Evrenin genişlemesini kontrol altında tutan kuvvet de yine yerçekimi kuvvetidir.

Evrendeki düzene etki eden kuvvetlerin en önemlilerinden biri "yerçekimi" kuvvetidir. Newton, bu gücün yalnızca elmaları ağaçtan düşürmeye değil, aynı zamanda gezegenleri de yörüngelerinde tutmaya yarayan esrarlı bir güç olduğunu söylemişti. 
Bu yerçekimi kuvveti ise sayısal olarak, tam da şu an içinde yaşadığımız evrenin oluşabilmesine olanak verecek bir sabit değere sahiptir.Eğer yerçekimi sabiti şimdikinden biraz daha fazla olsaydı, yıldızların oluşumu daha kısa sürede gerçekleşecek ve uzaydaki en küçük yıldızın dahi kütlesi bizim Güneşimiz'in en az 1.4 katı büyüklüğünde olacaktı. Bu tür büyük yıldızlar ise o derece hızlı ve kararsız biçimde yanarlar ki etraflarındaki gezegenlerde hayatı oluşturacak şartların meydana gelmesi imkansızdır. Yaşam için ancak bizim Güneşimiz'in küçüklüğünde yıldızlara ihtiyaç vardır.
Dahası yerçekimi sabiti şimdikinden biraz daha büyük olsaydı, evrendeki büyük yıldızların hepsi birer kara deliğe dönüşmüş olacaktı. Bu arada en küçük gezegenlerdeki yerçekimi dahi o kadar güçlü olacaktı ki, böceklerden daha büyük hiçbir nesne ayakta kalmayı başaramayacaktı.
Diğer yandan, eğer yerçekimi sabiti biraz daha küçük olsaydı, o zaman da uzaydaki bütün yıldızlar en fazla bizim Güneşimiz'in 0.8'i büyüklüğünde bir kütleye sahip olacaklardı. Bu küçüklükteki yıldızlar her ne kadar etraflarındaki gezegenlerde hayatı destekleyecek ölçüde uzun ve kararlı biçimde yansalar da bu sefer gezegenleri ve canlılığı oluşturacak ağır elementler evrende oluşamayacaklardı. Çünkü demir ve daha ağır elementler ancak devasa yıldızların çekirdeklerinde üretilebilir ve ancak bu tür ağır yıldızlar berilyum ve daha ağır elementleri yıldızlar arası uzaya yayabilirler. Bu tür elementler ise gezegenlerin ve hayat formlarının oluşması için zorunludurlar.
Görüldüğü gibi, kütle çekim kuvvetindeki bu tür çok küçük oynamalar canlılığın, dolayısıyla insanlığın meydana gelmesini doğrudan engelleyecekti. Kütle çekimindeki biraz daha büyük oynamalar ise ortada bütünüyle evren diye bir kavramın kalmamasına neden olacaktı. Kütle çekim gücünün biraz fazla artması halinde evren genişleyemeden içine çökecek, biraz fazla azaldığı takdirde ise hiçbir yıldız ya da galaksi oluşamayacaktı.
Ama bugün Dünya'da yaşayabiliyor olmamız göstermektedir ki, bu olumsuz ihtimallerin hiçbiri gerçekleşmemiştir. Aksine evrenin her detayı kusursuz bir plan ve denge ile yaratılmıştır. Sonsuz kudret sahibi olan Allah, içinde yaşadığımız evreni olağanüstü bir "mucizeler zinciri" ile ve tam bir uyum içinde yaratmıştır:
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum'içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk'göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)

EVRENDEKİ DİĞER GÜÇLER ARASINDAKİ OLAĞANÜSTÜ DENGE
Yerçekiminden sonra evrensel yasaları düzenleyen diğer kuvvetleri incelediğimizde, bu kuvvetlerin de son derece ince ayarlanmış değerlere sahip olduklarını ve bu değerlerin kendi aralarında son derece kritik oranlarda dengelenmiş olduklarını görürüz.
- ELEKTROMANYETİK KUVVET

Atomun içinde protonları ve elektronları birbirine bağlayan kuvvet, elektromanyetik kuvvettir. 
Bilindiği gibi, canlı cansız tüm varlıklar atom adını verdiğimiz temel yapı taşlarından meydana gelir. Atom, çekirdekte proton adı verilen parçacıklar ve çekirdeğin etrafındaki yörüngelerde dönen elektronlardan oluşur. Bir atomun çekirdeğinde bulunan proton sayısı o atomun türünü belirler. Örneğin 1 protonu olan atoma "hidrojen" atomu, 2 protonu olan atoma "helyum" atomu ya da 26 protonu olan atoma "demir" atomu adı verilir. Diğer tüm elementler için de aynı durum geçerlidir.

Elektromanyetik kuvvetin biraz daha güçlü ya da zayıf olması halinde, atomlar birbirleriyle birleşemezlerdi. Sonuçta ise canlılık için gereken moleküller meydana gelemezdi.
Atomun çekirdeğinde bulunan protonlar pozitif, etrafında dönen elektronlar ise negatif elektrik yüküne sahiptir. Proton ve elektronun sahip oldukları bu zıt elektrik yükü aralarında bir çekim oluşmasını sağlar ve bu çekim elektronları atom çekirdeğinin çevresindeki yörüngelerinde tutar. İşte zıt elektrik yüklü proton ve elektronları birbirine bağlayan bu kuvvete "elektromanyetik" kuvvet adı verilir.
Atom çekirdeği etrafındaki elektron yörüngelerinin özellikleri, atomların kendi aralarında ne tür bağlar yaparak ne tür moleküller oluşturabileceklerini belirler.
Evrendeki dört temel kuvvetten biri olan elektromanyetik kuvvetin değeri çok az daha küçük olsaydı az miktarda elektron, çekirdeğin etrafındaki yörüngelerde tutunabilirdi. Biraz daha büyük olsaydı, o zaman da hiçbir atom diğerleriyle birleşmek üzere yörüngesini paylaşamazdı. Her iki durumda da canlılık için gerekli olan moleküller oluşamazlardı.
 GÜÇLÜ NÜLEER KUVVET

Güçlü nükleer kuvvetin muazzam etkisine somut bir örnek atom bombası ya da hidrojen bombası patlamalarıdır 
Güçlü nükleer kuvvet atomun çekirdeğindeki protonları ve nötronları birarada tutan kuvvettir. Az önce de bahsettiğimiz gibi, protonlar artı elektrik yüklü parçacıklardır. Elektromanyetik kanununa göre zıt elektrik yüklü parçacıklar birbirlerini çeker, aynı elektrik yüküne sahip parçacıklar ise birbirlerini kuvvetle iterler. Yani elektron ve protonlar birbirlerini çeker, protonlar diğer protonları, elektronlar da diğer elektronları iterler.
Pek çok atom türünün çekirdeğinde onlarca proton birbirine yapışık bir şekilde bulunur. Doğal olarak bu protonların biraraya gelir gelmez büyük bir enerjiyle birbirlerini itmeleri ve her birinin uzaklaşarak uzaya dağılmaları gerekirdi. Ancak böyle olmaz, atomun çekirdeğindeki protonlar büyük bir kararlılıkla birbirlerine bitişik bir biçimde dururlar. Çünkü onları birbirine adeta yapıştıran ve elektromanyetik itme kuvvetinden çok daha güçlü olan bir kuvvet vardır: "güçlü nükleer kuvvet".
Güçlü nükleer kuvvet evrendeki en güçlü kuvvettir. Muazzam gücünü atom bombalarında, hidrojen bombalarında sergiler. Bu enerji kaynağı, Güneş'in 4.5 milyar yıldan bugüne dek tükettiği yakıtı ve bundan sonra da tüketebileceği hesaplanan 5 milyar yıllık yakıtı sağlamaktadır. Bu muhteşem kuvvetin sayısal değeri evrenin en kilit sayılarından biridir. Güçlü nükleer kuvvet sabitinin değerindeki yüzde birkaçlık azalma ya da artmayla yaşamın en temel elementi olan karbon var olamazdı. Biraz daha ciddi bir oynama ise tüm fizik kanunlarının değişmesine ve evrendeki denge ve düzenin alt üst olmasına neden olurdu.
Atom çekirdeğini birarada tutan bu "güçlü nükleer kuvvet"le diğer bir evrensel kuvvet olan "elektromanyetik kuvvet" arasındaki oran da son derece hassas değerlerde düzenlenmiştir.

Güçlü nükleer kuvvet atom çekirdeğindeki proton ve nötronları birarada tutan en büyük evrensel kuvvettir.
Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, yukarıda belirttiğimiz gibi atom çekirdeğini oluşturacak protonlar birarada tutunamaz ve elektromanyetik güç nedeniyle birbirlerini iterek uzaya dağılırlardı. O zaman da birden fazla proton içeren başka hiçbir atom oluşamazdı. Dolayısıyla, evrendeki yegane element tek protonlu hidrojen olurdu.
Eğer güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvete göre birazcık daha güçlü olsaydı, bu sefer de evrende tek protonlu atomlar yani "hidrojen" atomları hiçbir zaman oluşamayacaktı. Çünkü nükleer kuvvet elektromanyetik kuvvete çok daha fazla baskın geleceğinden, evrendeki tüm protonlar birbirleriyle birleşme eğilimine girecek ve biraz önce belirttiğimiz gibi tek protonlu hidrojen atomları var olamayacaktı. Bu durumda yıldızlar ve galaksiler, eğer oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı. Açıkçası, eğer bu temel güçler ve değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tam tamına sahip olmasalar, hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Bunun sonucunda doğal olarak hayat diye bir şey de olmayacaktı. 
 ZAYIF NÜKLER KUVVET

Evrendeki bir diğer temel kuvvet olan "zayıf nükleer kuvvet" de çok özel hesaplanmış bir değere sahiptir. Zayıf nükleer kuvvet, bazı atom altı parçacıklar tarafından taşınan ve bir tür radyoaktif parçalanmaya sebep olan bir kuvvettir. Zayıf nükleer kuvvetin sebep olduğu radyoaktif parçalanmaya bir örnek olarak nötronların, bir proton, bir elektron ve bir anti-nötrino açığa çıkararak parçalanmasını verebiliriz.

Atom altı parçacıklar tarafından taşınan zayıf nükleer kuvvet, bugün içinde yaşadığımız evrenin ortaya çıkması için son derece hassas bir değerde yaratılmıştır. 
Bundan da anlaşılacağı gibi, atom çekirdeğindeki temel parçacıklardan biri olan "nötron" aslında bu saydığımız diğer üç parçacığın biraraya gelmesiyle oluşur. Zayıf nükleer kuvvet ise, yukarıda belirttiğimiz gibi, nötronların bu bileşenlerine ayrılarak parçalanmasına neden olur. Fakat zayıf nükleer kuvvetin büyüklüğü bu olayı çok hassas bir dengede tutacak biçimde ayarlanmıştır.

Eğer zayıf nükleer kuvvetin değeri biraz daha büyük olsaydı, nötronlar daha kolay parçalanacak ve bu nedenle evrende nadiren bulunacaklardı. Bu durumda da çekirdeğinde 2 nötron bulunduran Big Bang'den bu yana ancak çok az helyum oluşabilecek ya da hiç oluşamayacaktı. Helyum bilindiği gibi hidrojenden sonra en hafif ikinci elementtir. Gerekli helyum olmadan ise yaşam için zorunlu olan ağır elementler yıldızların çekirdeklerindeki nükleer fırınlarda üretilemezlerdi. Çünkü "karbon", "oksijen", "demir" gibi ağır elementler -az önceki başlıklarda da anlatığımız gibi- helyum çekirdeklerinin dev yıldızların merkezinde birbirleriyle birleşmeleri sonucunda oluşurlar. Yani helyum bir anlamda diğer elementlerin temel yapı taşıdır. Dolayısıyla helyumun olmaması demek, yaşam için zorunlu olan diğer daha ağır elementlerin de oluşamaması demektir.

Öte yandan, eğer zayıf nükleer kuvvetin değeri biraz daha küçük olsaydı, Big Bang hidrojenin çoğunu, hatta tümünü helyuma çevirecek ve sonuçta yıldızlar tarafından üretilen ağır elementlerin sayısında anormal bir artış olacaktı. Bu durum da hayatın varlığını imkansız kılacak bir unsurdu.

Zayıf nükleer kuvvetin hassas değerini kritik hale getiren unsurlardan biri de bu kuvvetin nötrino adı verilen atom altı parçacıklar üzerindeki etkisidir. Nötrinolar, yıldızların çekirdeğinde oluşan ve yaşam için zorunlu olan ağır elementlerin süpernova patlamalarında uzaya fırlatılmasında kilit rol oynarlar. Nötrinolar üzerinde etki edebilen tek evrensel kuvvet ise zayıf nükleer kuvvettir.

Eğer zayıf nükleer kuvvet biraz daha küçük olsaydı, nötrinolar hiçbir çekim alanına yakalanmadan çok daha serbest hareket edebileceklerdi. Bunun sonucunda ise, bir süpernova patlaması esnasında, yıldızın dış tabakalarıyla yeterli derecede reaksiyona giremeden kolaylıkla kaçabilecek, bu da ağır elementlerin uzaya atılmalarını engelleyecekti. Bununla birlikte, eğer zayıf nükleer kuvvet daha büyük olsaydı, nötrinolar süpernovaların merkezlerinde tutsak kalacak ve yine hayatın yapı taşı olan ağır elementlerin uzaya fırlatılmasını sağlayamayacaklardı.

Paul Davies, evrendeki temel fizik yasalarının insan yaşamına en uygun biçimde belirlenmiş olduğunu, eğer evrendeki kuvvetlere ait sayısal değerler biraz daha farklı olsa, evrenin çok daha farklı bir yer olacağını belirtir. Ve şöyle devam eder:

Ve büyük olasılıkla onu görmek için biz burada olamayacaktık... Ve insan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki son bulgular, genişlemekte olan evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Paul Davies. The Accidental Universe, Cambridge: Cambirdge University Press, 1982, Önsöz

Big Bang'in büyük bir delili olan kozmik fon radyasyonunu ilk kez Robert Wilson ile birlikte gözlemleyen ve bu nedenle 1965'te Nobel ödülü kazanan Arno Penzias ise, evrendeki bu olağanüstü tasarım karşısında şu yorumu yapmaktadır:

Astronomi bizleri çok olağanüstü bir olaya götürmektedir: Hiç yoktan yaratılmış bir evren. Hayatın oluşmasına izin verecek gerekli şartları tam olarak sağlayacak hassas bir denge ile kurulmuş, bu amaca yönelik bir plana sahip olan bir evren.   Hugh Ross, The Creator and the Cosmos: How Greatest Scientific Discoveries of The Century RevealGod, Colorado: NavPress, revised edition, 1995, s. 122-123

Kolombiya Üniversitesi'nden teorik fizik profesörü Robert Jastrow da bu kaçınılmaz gerçeği, "fizikçilere ve astronomlara göre, evren tam insanın içinde yaşayabileceği çok dar bir değerler aralığında inşa edilmiştir. Bu gerçek "insani ilke" (anthropic principle) olarak adlandırılır. Bu, benim görüşüme göre, bilimin bugüne kadar varmış olduğu en metafizik sonuçtur"  şeklinde ifade etmektedir. (Jastrow, R. 1978. God and the Astronomers. NewYork, W.W. Norton, s. 116)

Buraya kadar detaylı olarak anlattığımız gibi, evrendeki kuvvetlerin hem kendi oranları hem de birbirleriyle oluşturdukları dengeler, tesadüfle açıklanması asla mümkün olmayacak derecede mucizevidir. Evrende gördüğümüz bu dengelere ilişkin sayısal değerlerde yüzde birlik, ikilik bile bir oynama olmaması bu olağanüstü durumu gözler önüne sermektedir. Üstelik bu dengelerin dünya ilk oluştuğu andan beri hiç değişmeden varlığını sürdürmesi, hep aynı hassas ayarları koruması, asla bir aksaklık yaşanmaması bu olağanüstü durumu daha da vurgulamaktadır. Yukarıdaki bilim adamlarının da açıkça ifade ettiği gibi, tüm bunlar evrenin "hassasiyetle düzenlenmiş" ve "hassas bir denge ile kurulmuş" olduğunun kesin bir göstergesidir. Elbette böyle mucizevi bir dengenin tesadüfen, kendi kendine kurulduğunu, kendi kendini düzenlediğini iddia etmek son derece büyük bir akılsızlık olacaktır. Bu kusursuz denge sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından kurulmuş ve düzenlenmiştir.
Yaratıcı, gökleri üstün bir kudretle inşa eden Allah'tır.

PROTON VE ELEKTRON ARASINDAKİ MUHTEŞEM UYUM
 ELEKTRİK YÜKLERİNDEKİ UYUM

Proton elektrondan hacim ve kütle olarak çok daha büyüktür. Protonun kütlesi elektronunkinin tam 1836 katıdır. Eğer somut bir karşılaştırma yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık tanesi arasındaki fark gibidir. Yani elektronla protonun pek "benzer" bir fiziksel yapıları yoktur.

Fakat ne ilginçtir ki, bu iki farklı parçacığın elektrik yükleri birbiriyle tam tamına aynı büyüklüktedir! Birisi artı elektrik yüküne, öteki eksi elektrik yüküne sahiptir, ama bu yüklerin şiddeti birbiriyle tamamen eşittir. Bu sayede atomun elektrik yükü dengelenir. Oysa bu eşitliğin olmasını zorlayan hiçbir neden yoktur. Aksine, fiziksel olarak beklenmesi gereken durum, elektronun elektrik yükünün kütlesiyle orantılı olarak protonunkine göre çok daha az olmasıdır.

Peki acaba durum böyle olsaydı, yani proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?

Atomu oluşturan temel parçacıklardan protonların ve elektronların kütleleri çok farklı olmasına rağmen elektrik yükleri birbiriyle mucizevi bir biçimde aynı yaratılmıştır. Bu olağanüstü uyum şu an içinde yaşadığımız evrenin dengesini oluşturması bakımından çok önemlidir.
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti.
Acaba bu durum şu an gerçekleşse ne olur? Evrendeki atomların her biri birbirini itse neler yaşanır?
Yaşanacak olan şeyler çok olağan dışıdır. Öncelikle sizin bedeninizde yaşanacak olan değişikliklerle başlayalım. Atomlardaki bu değişiklik oluştuğu anda,  elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil, gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya uçar. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende hiçbir gözle görülür cisim var olmaz. Evren dediğimiz şey, sürekli olarak birbirlerini iten atomların karmaşasından ibaret olur.
Peki acaba bu mutlak felaketin yaşanması için, elektron ve protonun elektrik yüklerinde ne kadarlık bir dengesizlik oluşması gerekir? Yüzde bir farklılık olsa yine de bu felaket yaşanır mı? Yoksa kritik sınır binde bir midir? Prof. George Greenstein, "The Symbiotic Universe" (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları söyler:
Eğer iki elektrik yükü 100 milyarda bir oranında bile farklılaşsaydı bu, insanlar, taşlar gibi küçük cisimlerin parçalanmasına yetecekti. Dünya ve Güneş gibi daha büyük cisimler içinse, bu denge daha hassastır. Gök cisimlerinin ihtiyaç duyacakları denge, milyar kere milyarda birlik bir dengedir. 
 SAYILARINDAKİ UYUM

Evrendeki protonların ve elektronların sayısı da çok ince bir ölçüyle hesaplanmıştır. Her iki parçacık da gözardı edilebilecek bir farkla eşit sayıdadır. Bu eşitlik evrendeki elektromanyetik dengenin sağlanması açısından çok kritik bir öneme sahiptir. 
Evrendeki protonların sayısının elektronlarınkine oranı da çok önemli bir değerdedir. Bu oran kütle çekim gücü ile elektromanyetik güç arasındaki hassas dengeyi sağlar. Evren henüz 1 saniyeden bile daha gençken anti porotonlar, karşıtları olan eşit sayıdaki protonu yok ederler, geriye şu anki evrenin yapı taşı olan belli miktardaki proton kalır. Aynı olay elektronlarla pozitronlar (anti-elektronlar) arasında da gerçekleşir. Şaşırtıcı biçimde, geriye kalan proton ve elektronlar 1037 de 1 gibi inanılmaz küçük bir farkla eşit sayılardadır.
Bu eşitlik ise evrendeki elektromanyetik dengenin sağlanmasında çok önemli bir unsurdur. Çünkü elektronların ya da protonların sayısında diğerine oranla olacak bir fazlalık aynı elektrik yüküne sahip parçacıkların birbirlerini itmelerine ve birbirlerinden uzaklaşmalarına yol açacaktı. Bu durum ise evrendeki atom altı parçacıkların atomları, maddeyi ve tüm gök cisimlerini oluşturmak üzere birbirleriyle birleşmelerini engelleyecekti. Sonuçta ise galaksiler, yıldızlar, gezegenler asla var olmayacaktı. Tabii ki yaşam için en uygun gezegen olan Dünyamız da...


AKILLARA DURGUNLUK VEREN İHTİMAL
Bize hayat imkanı veren böyle bir evrenin tesadüfen oluşması, bütün fiziksel değişkenler birarada düşünüldüğünde, kaçta kaç ihtimaldir? Milyar kere milyarda bir mi? Ya da trilyar kere trilyar kere trilyar ihtimalde bir mi? Ya da daha küçük bir sayı mı?
Bu sayıyı ünlü İngiliz matematikçi—ve Stephen Hawking'in yakın çalışma arkadaşı—Prof. Roger Penrose hesaplamıştır. Tüm fiziksel değişkenleri hesaba katmış, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate almış ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang'in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit etmiştir.
Penrose'un bulduğu ihtimal şudur: 10 üzeri 10'de bir ihtimal! Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Matematikte 10123 şeklinde yazılan bir rakam, 1 sayısının yanına 123 tane sıfır gelmesiyle oluşur. (Bu evrendeki tüm  atomların sayısının toplamından, yani 1078 'den bile büyük, astronomik bir sayıdır.) Ama Penrose'un bulduğu sayı, bunun çok çok daha üstündedir. Çünkü Penrose'un bulduğu sayı, 10123 tane sıfırın 1 rakamının yanına gelmesiyle oluşmaktadır.
Bu sayıyı birkaç örnekle de açıklayabiliriz: 103, 1000 sayısını ifade eder. 10 üzeri 103 ise, 1 rakamının yanına 1000 tane sıfır gelmesiyle oluşan sayı demektir. 1 rakamının yanına 9 tane sıfır gelse, bu bir milyar yapar. 12 tane sıfır gelse, bu kez 1 trilyon olur. Ama burada 1 rakamının yanına, 10123 tane sıfır gelmektedir ki, bunun matematikte bile bir adı ya da tanımı yoktur.
Matematikte 1050'de 1'den daha küçük olasılıklar, "sıfır ihtimal" sayılır. Ama sözünü ettiğimiz sayı, 1050'de 1'in trilyar kere trilyar kere trilyar katından bile çok daha büyüktür. Kısacası bu sayı bizlere, evrenin tesadüfle açıklanmasının kesinlikle imkansız olduğunu göstermektedir. Prof. Penrose aklın sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar:
Bu sayı, yani 10 üzeri 10123 'de bir ihtimal, Yaratıcı'nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına 10123 tane sıfır koyması gerekecektir. Eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır. Roger Penrose, The Emperor's New Mind, 1989; Michael Denton, Nature's Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s. 9
İçinde yaşadığımız evrenin var oluşu ile ilgili matematiksel olarak tanımlanamayacak kadar yüksek sayıda ihtimal içinden, tam olması gereken ihtimalin en mükemmel şekilde oluşmuş olması, yaratılışın apaçık delilidir. Kuşkusuz böyle kusursuz bir evrende yaşıyor olmamız, kör tesadüflerin, şuursuz atomların aldıkları kararların, oluşturdukları düzenin bir eseri değildir. Tüm kainat, içindeki kusursuz sistemler, canlı ve cansız varlıklarla alemlerin Rabbi olan Allah'ın kusursuz yaratışıyla var olmuştur.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Kalp Kasındaki Mucize

Kalp Kasındakı MucizeVücudumuz sürekli yorulma halindedir. Spor yapma, araba kullanma, temizlik, alışveriş, yürüme, koşma, merdiven çıkma, yemek yeme gibi gün içindeki tüm hareketler fiziksel olarak yorulmamıza sebep olur. Oluşan bu kas yorgunluğunun giderilmesi için bir süre dinlenilmesi, hareketsiz kalınması gerekir. Ancak siz oturduğunuz hatta uyuduğunuz zaman bile asla durmayan bir kasınız vardır. Ve o hiçbir zaman yorulmaz. Yaratıldığı ilk andan ölümünüze kadar da hiç durmayacak, yorulmayacaktır. Bu kas kalbinizdir.
Kalp hiçbir zaman kas yorgunluğu çekmeyen özel kaslardan oluşmuştur.

Size yorgunluk veren hareketleri yaparken bir de kalp kaslarınızın yorulduğunu hiç düşündünüz mü?

Eğer böyle olsaydı, yani her yorulduğunuzda kalbinizde yorulsaydı yukarıda saydığımız işlerden hiçbirini yapamaz, daha harekete başlamadan yığılıp kalırdınız. Allah kalp kaslarına yorulmama özelliği vererek kulları üzerindeki sonsuz merhametini tecelli ettirmektedir.

Kalp kasları dakikada 70, günde 100 bin, yılda 40 milyon kez atmasına rağmen yorulmamaktadır. Siz hiçbir şey yapmayıp otururken, hatta uyuduğunuz zaman bile çalışmaktadır. Ama asla yorulmamaktadır. Kalp kası ortalama bir ömür boyunca yaklaşık 2 milyardan daha fazla kan pompalar. Kalbin sol tarafı kanı tüm vücuda ulaştırabilmek için daha yüksek basınçla pompalaması gerektiğinden daha kalın kaslara sahiptir. Pompalama işleminin çok güçlü yapılması gerekmektedir, çünkü kanın vücuttaki en küçük kılcal damarlara kadar gitmesi hayati bir durumdur. Yaşamı boyunca 2 milyar kere pompalama yapan, her pompalama sırasında da belli bir basıncın altına düşmemesi gereken bir kasın çok sağlam olması gerekir. Gerçekten de kalp kasları kalın kaslardan oluşmaktadır. Kalp kaslarının güçlü kalın kaslardan oluşması da her şeyi yerli yerince yapan Rabbimiz'in sonsuz şefkatinin bir örneğidir. Rabbimiz kullarına karşı çok ilgilidir. Sevendir.

Kalbin çalışması hiç durmadığı gibi, bazı zamanlarda kalp çalışmasını artırır. Örneğin koşarken kalp, kan pompalama miktarını saatte 2270 litreye çıkarabilir.

Yorulan kaslarımızın ihtiyacı olan daha çok oksijeni sağlamak için kalp çalışma temposunu dakikada 70’den 180 defaya çıkarır, dokulara sağladığı kanı 5 katına yükseltebilir. Kalp kaslarımız yorulmadığı gibi diğer kaslarımız yorucu bir hareket yaptığında daha da hızlanarak diğer kaslara destek vermektedir. Şüphesiz ki bu, her şeyin en ince detayını bilen, her detayda üstün aklını tecelli ettiren Rabbimiz'in benzersiz eseridir:

"... Rabbim, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" (En' am Suresi, 80)

Gözdeki Kusursuz Tasarım

Gözdeki Kusursuz TasarımBu cümleyi siz okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. Dünyanın bu en ilginç, en hızlı ve en kusursuz bilgi transferi, her an kesintisiz devam ediyor.

Gözleriniz olmasaydı bir rengin, bir şeklin, bir manzaranın, bir insan yüzünün, güzellik denen kavramın nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman hayalinizde canlandıramazdınız. Fakat gözleriniz var ve bu sayede etrafınızı görüyor, şu anda da bu yazıyı okuyorsunuz. Bunun ne kadar büyük bir mucize olduğu, çoğu insan gibi belki bugüne kadar sizin de aklınıza gelmemişti.

Dış dünyadaki ışık parçacıkları, gözünüzün önündeki şeffaf kornea tabakasından, sonra iris denen çember şeklindeki dokudan, daha sonra da odaklama yapan mercekten geçiyor ve gözün arka tarafındaki retinaya düşüyor. Retina, organik hücrelerden oluşmasına rağmen, üzerine düşen bu görüntüyü, dünyanın en hızlı bilgisayar işlemcisinden çok daha hızlı bir biçimde yorumlayarak "bilgi"ye yani elektrik sinyallerine dönüştürüyor. Retina hücreleri arasındaki organizasyon, en karmaşık elektronik devrelerden bile daha gelişmiştir. Elektrik sinyalleri haline gelen görüntü, sinirler aracılığıyla beyindeki görme merkezine iletiliyor. Bu merkezdeki hücreler ise, bu bilgiyi yeniden yorumlayarak tekrar görüntü haline getiriyor.

Gözün mükemmel yapısı, elbette burada özetlediğimizden çok daha fazla detaya sahip. Örneğin mercek, ışınları retina üzerine odaklarken, sürekli olarak kalınlığını ayarlıyor. Bu "otomatik odaklama" sistemi sayesinde, 20 cm uzaktaki elinize baktıktan hemen sonra, 100 m uzaklıktaki bir ağaca bakabiliyor ve anında net bir görüntü elde edebiliyorsunuz.

Eğer merceğin böyle bir özelliği (ve bu iş için etrafına yerleştirilmiş onlarca minik kas) olmasaydı, sadece belirli bir mesafedeki cisimleri net görebilecektiniz. Daha uzak ve daha yakındaki maddeler ise her zaman çok bulanık görünecekti. Kısacası, göz, "otomatik odaklama" özelliğine sahip olan -ve son 10 yıl içinde geliştirilen- modern kameraların yaptığı işi, milyonlarca yıldır yapıyor. Üstelik hiçbir kamera göz kadar kusursuz odaklama yapamıyor.

Gözün parçalarından biri olan iris dokusu ise daha farklı bir ayarlamayı üstlenmiş durumda. İris, gözünüze rengini veren doku, ama asıl işlevi göze girecek ışık miktarını belirlemek. Biraz loş bir ortama girdiğinizde, iris hemen genişliyor ve ortasındaki "göz bebeği" büyüyerek retinaya daha fazla ışık girmesini sağlıyor. Güneşe çıktığınızda ise tam tersi gerçekleşiyor ve iris, kamaşmayı en aza indirmek için, çok hızlı bir biçimde daralıyor. Eğer iris böyle bir işleve sahip olmasıydı, sadece belirli bir ışıkta etrafı iyi görebilirdiniz. Biraz daha loş bir ortam zifiri karanlık haline gelir, biraz daha aydınlıkta gözleriniz tamamen kamaşırdı.

Göz Kapakları

Göz kapakları, gözün korunması için yaratılmış olan en önemli parçalardan birisidir. Göz kapaklarının görevi, göz küresini korumakla birlikte "kornea"yı her an belli bir nem oranında tutmaktır. Göz kapaklarının iç kısmında bulunan damarlar, uykuda oksijen alamayan gözün dış tabakasını beslerler.

Herkes gün içinde hiç farkında olmadan binlerce kez gözlerini kırpar. Bu hareket istem dışı olarak yapılır ve bu sayede gözler yoğun ışık temasından ve yabancı maddelerden korunur. Bu işlemin hiçbir çaba sarf etmeden yapılması da çoğu insanın farkında olmadığı bir nimettir.

Göz Bebeği

Göze giren ışık miktarı, göz bebeği açıklığının derecesine göre yaklaşık 30 kat değişebilir. Örneğin bir flaş patlaması ile 0,1 saniyede yapılacak değişim sonucunda göz bebeği hemen ayarlanıp ışığı kırar.

Elbette tüm bu saydıklarımız gözde çok üstün bir "tasarım" olduğunu ispatlamaktadır. Bu öyle bir sistemdir ki, tek bir parçası, örneğin sadece gözyaşı bezleri ya da korneanın şeffaflığı olmasa, göz hiçbir işe yaramaz. Yani, gözün işlev görmesi için bütün temel parçalarının (yaklaşık 40 ayrı dokunun) aynı anda, gereken yerde, gereken işlev ve yapıda olması gerekir. Bu denli kompleks bir tasarımın "evrim"le, yani bir rastlantılar zinciriyle oluşması ise elbette ki imkansızdır. Açık olan gerçek, gözün üstün bir aklın eseri olduğudur. Bu Rabbimiz'in benzeri olmayan aklıdır. Allah, insanlara yol gösterici olarak indirdiği kitabında şöyle bildirir:

"Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi." (Nahl Suresi, 78)

En Mükemmel Göz Damlası: Gözyaşı

Çoğu insanın, "yalnızca ağlandığında akan tuzlu su" zannettiği gözyaşı, durumdan duruma değişen yapısıyla son derece özel bir sıvıdır.

Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozom" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozom sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli bir dezenfektan olan "fenik asit"ten bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde bu enzimin göze hiçbir zarar vermemesi büyük bir mucizedir.
G
İçinde böyle son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı, gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Bu yağlama-nemlendirme sistemi sayesinde gözünüz kurumaz. Eğer bu sistem var olmasa ya da eksik çalışsaydı, o zaman göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur, gözünüz birkaç dakika içinde kurur, göz kapaklarınız yapışır ve oldukça acılı bir süreç sonucunda kör olurdunuz.

Kemiklerimizin Mucizevi Yapısındaki Sırlar

Kemiklerimizin Mucizevi Yapısındaki Sırlarİnsan vücudunun her noktası gibi, iskelet sistemimiz ve kemiklerimiz de Yüce Allah’ın üstün yaratma gücünün bir eseridir. Başlı başına sanat eseri niteliğinde olan iskeletimiz, hayatımız boyunca yaptığımız her hareketi hatasız ve mükemmel bir şekilde yerine getirmemizi sağlayacak şekilde yaratılmıştır.

...Kemiklere de bir bak nasıl biraraya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?... (Bakara Suresi, 259)

Kusursuz bir dizilime sahip olan kemikler, dışarıdan gelen darbeleri emebilecek esneklikte çok özel bir malzemeden oluşurlar. Bu nedenle insan bedeninde hayati öneme sahip olan tüm organlar, özel sistemlerle koruma altındadırlar.

Kemikler Organlarımızı Nasıl Korur?

Sözgelimi kafatası kemiği, insanın hayati organı olan beynini, olabilecek en özenli şekilde korur. Nitekim anne karnındayken birbirinden bağımsız olan kafatası parçaları, zamanla büyüyerek adeta bir bulmacanın parçalarının biraraya getirilmesi gibi, birbirlerine monte olurlar. Doğumdan bir süre sonra ise, insan beynini koruyacak en mükemmel yapıya kavuşurlar.

Bunun yanısıra kalp ve akciğerleri göğüs kafesi korurken, omuriliği de omurga güvenlik altında tutmaktadır. Çünkü vücudun en önemli organlarından biri olan omuriliğe gelebilecek en ufak darbe ya da hasar, insan bedeninin felç olmasına sebep olabilmektedir. Bu nedenle omurga kemikleri hem çok sert, hem de çok dayanıklı olarak yaratılmışlardır.

İskelet ve Kaslar Arasındaki Koordinasyon Nasıl Gerçekleşir?

İnsanın hareket edebilmesi için özel olarak yaratılmış olan iskelet, yapılan hareketten de güç kazanır. İİnsanın yapmaya başladığı bir hareket, hiçbir güç sarfedilmeksizin devam ettirilebilir. Örneğin yürümeye başlayan bir insan, fazladan bir efor sarf etmeksizin yürümeyi sürdürebilir. Çünkü dengeli olarak çift yönlü dizayn edilmiş iskelet ve kaslar, aralarında mükemmel bir koordinasyonla hareketin devamını sağlarlar. Bir kol diğer kolun, bir bacak diğer bacağın hareketini tamamlar. Bu noktada akışkan olan "mekanik bir tasarımın" da varlığı gözler önüne serilmektedir.

Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. Şimdi bunlar, kendilerine Allah'ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken kıyametin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular? (Yusuf Suresi, 105-107)

İskelet Nasıl Dengede Durur?

Omuriliği koruyan kemiklerin sahip olduğu bu özellik, yaratılış mucizesinin delillerini bir kez daha gözler önüne serer. Omurga, üst üste dizili olan omurlardan meydana gelmektedir. İİnsan her adım atışında, omurgayı oluşturan bu omurlar hareket ederler. Ancak yapılan hareketler esnasında omurların aşınma tehlikesi de vardır. Bu nedenle insan vücudunun karşılaşacağı muhtemel tehlikelere karşı olağanüstü bir önlem alınmıştır.

Omurların aşınmaması için her bir omur arasında bir nevi amortisör görevi yapan dayanıklı diskler vardır. Bu diskler, insanın her adım atışında yerden vücuda gelen tepki kuvvetini azaltarak kemiklerin yaylanmasını sağlar. Nitekim omurga kemiklerinin dizilimi de özel bir planlamanın ürünüdür. Üst üste dizilerek "S" harfi çizen omurga kemiklerinin bu şekli, son derece hikmetlidir. Çünkü, eğer "S" şeklinde değil de, dümdüz bir görünümde dizilmiş olsalardı ve aralardaki disklerin darbeleri emme özellikleri bulunmasaydı, 30 cm. yükseklikten atlayan bir insanda omurganın boyuna yapacağı baskı sonucu, omurga beyni parçalayarak kafatasından dışarı çıkacaktı. Ya da eğer omurgaların yapısı kafatası gibi yekpare tek bir kemikten oluşsaydı, insan en basit bir hareketi bile yapamayacaktı. Böyle bir durumda da kemiklerin hiçbir elastikiyeti olmayacağından, insan sürekli olarak dimdik durmak zorunda kalacak, en hafif bir eğilmede dahi kemikler kırılacak ve omurilik son derece önemli hasarlar görecekti.

Eklemlerimiz Oynatırken Neden Acımaz?

Kemikler vücut içinde bulundukları yere göre farklı özelliklere sahip olurlar. Örneğin sürekli hareket halinde olan bazı kemiklerimizin, hareketsiz bölgelerdeki kemiklere göre daha farklı desteklere ihtiyacı vardır. Sürekli bir sürtünmenin olduğu kemiklerde normal şartlar altında aşınmalar ve yıpranmalar olması ve acı oluşması gerekirken böyle bir şey hiç olmaz. Çünkü eklemlerin arasında sürtünmeyi engelleyici eklem sıvısı vardır. Eklem sıvısı kayganlık sağlayarak eklem yüzeyindeki aşınmayı ve tahribatı önler. Biz de Rabbimizin vücudumuzda yarattığı bu kusursuz yapı sayesinde rahatlıkla hareket ederiz.

Eklem, iki kemiğin birbirine yaklaştığı her yerde olabilir. Eklemin görevi kemiklerin birbirlerine sürtünmemesi için aralarındaki mesafeyi mümkün olduğunca uzak tutmaktır. Ancak bu şekilde dizlerin, dirseklerin, bileklerin rahat hareket ettirilmesi mümkün olmaktadır. Eğer eklemin kendine has yapısı ve aradaki tampon bölge olmasaydı, insanlar da tıpkı robotlar gibi kesik kesik aşamalarla ve zorlukla hareket edebilirlerdi.

Kemiklerde Hangi Mineraller Depo Edilir?

Kemiklerin içinde sinir sisteminin çalışmasını sağlayan ve vücudun en önemli minerallerinden biri olan kalsiyum ve fosfor depo edilir. Kalsiyum vücutta sinir uyarılarının taşınmasını temin eden oldukça önemli bir mineraldir. Bedenin gereksinim duyduğu kalsiyumun %99'u, kemiklerden sağlanır. Nitekim kalsiyum ve fosforun yanısıra, hücrelere oksijen sağlayan alyuvarların yapımı da kemiklerde gerçekleştirilmektedir.

Kemikler Kendi Kendilerini Nasıl Tamir Ederler?

Kemikler taş kadar sert bir yapıya sahiptirler, ancak bu özelliklerine rağmen kemikler de kimi zaman kırılır. Ancak kırılan bölgedeki kemik bir süre sonra kendi kendini tedavi eder. Bu mucizevi olay şöyle gerçekleşir: Öncelikle kırılan kemiğin etrafındaki kan pıhtılaşır ve "hematom" adı verilen dev bir pıhtı oluşur. Bu dev pıhtı, derideki yaranın üstünde oluşan kabuk gibi bir tabakadır. Kemik yapıcı hücreler salgıladıkları minerallerle bu pıhtıyı sert bir kemiğe dönüştürürler. Bu işlem bitince, bu kez kemik yıkıcı hücreler devreye girer. Kemik yıkıcı hücreler de adeta profesyonel bir heykeltıraş gibi hareket ederek eritici bir asit olan hidroklorik asitle yeni kemiği törpüleyerek, şekil vermeye başlarlar.

Kemikler Nasıl Esner?

Tüm bunların yanısıra, insan vücudundaki bazı kemiklerin kendilerine özgü dizaynı ve "esnekliği" vardır. Örneğin, göğüs kafesini meydana getiren kemiklerin esnek bir özelliğe sahip olmaları nedeniyle insan rahat nefes alıp verebilmektedir. Aksi takdirde nefes alınışı esnasında akciğerlerin kemiklere baskı yapması sonucu insan yaşamı sona erecektir.

Kemiklerde Sağlamlık ve Hafiflik Gibi İki Zıt Özelliğin Birarada Olmasının Sebebi Nedir?

Kemiğin içindeki sistem bu binaların inşasında kullanılan teknikten çok daha komplekstir. Kemikler birbirine zıt gibi görünen iki özelliğe aynı anda sahiptir. Sağlamlık ve hafiflik... Mühendislerin inşa ettikleri binalar ise kullanılan malzeme nedeniyle aynı anda bu iki özelliğe birden sahip değildir. Kemiklerdeki gözenekli ve boşluklu yapı ise onun hafif olmasına neden olmaktadır. Ancak bunun yanında kemikler çok sağlam ve dayanıklıdırlar.

Bu iki özelliğin birarada olması insana çok büyük kolaylıklar sağlarken, tam aksi ise insan için öldürücü olabilirdi. Kemikler bu özelliklerden yalnızca birine sahip olsalardı, örneğin sağlam olup aynı zamanda ağır olsalardı, tüm iskelet insanın taşıyabileceği ağırlığın çok üzerinde olurdu. Bu ağırlık nedeniyle insanın hareket imkanı azalır, günlük hayatı çok kısıtlanırdı. Ayrıca bu sertlik ve gevrekliğin sonucu olarak en ufak bir darbede kemiklerde kırılma ve çatlama olabilirdi.

Bunun tam aksi olsaydı yani kemikler yine hafif olup, sert olmasaydı, bu durumda vücut şu an olduğu şekliyle olmaz, pelte halinde bir deri kütlesine benzerdi. Bu haldeyken beyin, kalp gibi hayati öneme sahip birçok organ her an tehlikeye maruz kalırdı.

Kemik Hücrelerinin Görevi

Vücutta birkaç çeşit kemik hücresi vardır ve bunların hepsinin kemik içindeki görevleri birbirinden farklıdır. Ama sonuca bakıldığında hepsinin ortak bir çalışma içerisinde oldukları görülür. Kemiklerin yenilenmesini sağlayan kemik yapıcı osteoblast hücreleridir. Osteoblast hücreleri proteini mineralle sertleştirerek sürekli olarak kemiklerin yenilenmesini sağlar. Osteoklast adı verilen bir başka kemik hücresi ise kan ve kemik dokuları arasında besin alışverişi sağlayıp, kemik içindeki atıkların dışarıya çıkarılmasında rol alır. (evrimmasali.com)

Sonuç:

Tüm bedenimiz, Yüce Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü ve sanatı gösteren mucizevi sistemlerle donatılmıştır. İİnsan vücudundaki her özellik gibi iskelet sistemimiz ve kemiklerimiz de sağlığımızı korumak ve zarar görmesini engellemek için yaratımıştır. İİskelet sisteminde açıkça görülen planın ve bu plan dahilinde var olan yapının nasıl ortaya çıktığı sorusunun ise tek yapı cevabı vardır. Bu benzersiz yapı evrendeki herşeyi yaratmış ve belirli bir düzene koymuş olan Yüce Allah'a aittir. Rabbimiz çok üstün bir aklın sahibidir. Nitekim Yüce Allah bu üstünlüğü, Mü'minun Suresi'nde şöyle belirtir:

"Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir." (Mü'minun Suresi, 14)

Günlük hayatta hiç düşünmeden yaptığımız ve çok basit olarak nitelendirilebilecek hareketleri bile kemiklerimizin fonksiyonel yapıları sayesinde gerçekleştiririz. Eğer kemikler ve iskeletimiz olmasaydı, yerimizden kalkıp hareket etmek, koşmak, yürümek, elimizi kıpırdatmak bile bizim için mümkün olmazdı. Çünkü vücudumuz, içi boş bir çuval veya bir et yığını gibi yere serilirdi. Organlarımız kendi ağırlığımız altında ezilir ve birkaç saniyede yaşamımızı yitirirdik...

UYLUK KEMİĞİNDEN EYFEL KULESİNE…

İnsan vücudundaki kemiklerin sahip oldukları özellik, insanların meydana getirdiği inşaat yapılarına da örnek olmuştur. Nitekim Eyfel Kulesi'nin mimarı olan Maurice Koehlin, ünlü kulenin projesini çizerken, vücudun en hafif ve dirençli kemiği olan uyluk kemiğinden etkilenmiştir. Boru şeklinde, ancak içi iğli bir yapıya sahip olan uyluk kemiğindeki bu yapı, kemiklere esneklik ve hafiflik kazandırırken, sağlamlıklarından da hiçbir şey kaybettirmez. Aynı şekilde yapılan Eyfel Kulesi de bu nedenle kendinden havalandırmalı sarsılmaz bir mimariye sahip olmuştur.

Gülme, koşma, yürüme, oturma, kalkma, ayakta durma, yatma, yazı yazma. Her insan bu işlemleri kemikleri sayesinde yapar. Kemikleri sayesinde yürür, yine onlar sayesinde ayakta durur, yatar, güler, kemikleri sayesinde yemek yer. İnsan bedeninin çatısı 206 tane sert parçanın biraraya gelmesiyle oluşmuştur. Bu parçalar adeta bir yap-boz oyununun parçaları gibi birbirlerine tam olarak uydurulmuş ve belirli uçlardan birbirlerine tutturulmuştur.

Çoğu insan kemiklerin cansız maddeler olduğunu zanneder ancak kemikler dış tabakaları hariç canlı dokulardır. Bu dokuların içinde mikroskobik damarlar, sinir ağları ve kemik iliği bulunur. İnsan vücudundaki kemikler aynı zamanda birer banka gibi çalışırlar. Kalsiyum ve fosfor gibi hayati maddeleri depolarken ya da herhangi bir durumda ihtiyaç olduğunda depoladıkları bu maddeleri vücuda geri verirler.